ARİSTOKRASİ





Aristokrasi terimi, ahlaki ve entelektüel üstünlükleri nedeniyle toplumu yönetmek için en nitelikli olduğu düşünülen bireyler olan "en iyilerin yönetimi" anlamına gelen Yunanca aristokratia kelimesinden gelir.

Aristokrasi terimi sadece bir hükümet yönetici sınıfı için değil, aynı zamanda belirli bir toplumdaki en yüksek sosyal sınıf için de geçerli olabilir.
Dük, Düşes, Baron veya Barones gibi onursal unvanlara sahip olan aristokrat sınıfın üyeleri, hem siyasi güçlerin hem de sosyal ve ekonomik prestijin tadını çıkarırlar.
Kısaca aristokrasi, kelime anlamıyla “en iyilerin yönetimi” demektir.
Fakat tarihe baktığımızda bu “en iyilerin” kim olduğuna hep ayrıcalıklı doğumlar karar vermiş. Toprağın, kan bağının ve unvanların hüküm sürdüğü uzun yüzyıllar boyunca aristokrasi, toplumların kaderinde krallarla birlikte en etkili sınıf olmuş.
Antik Yunan’ın Sparta’sında, askeri disiplinle donanmış aristokrat aileler şehri yönetirdi. Roma’da senato, aslında patrici ailelerin yani aristokratların bir meclisiydi.
İmparator değişse de, aileler aynı kalırdı.
O dönemin “asil kanı”, yalnızca siyaseti değil, ekonomiyi ve dini de belirlerdi.
Ortaçağ Avrupa’sı aristokrasinin altın çağıydı. Feodal düzen, toprağın etrafında şekillendi, krallar geniş toprakları sadık soylulara dağıttı.
Bu soylular hem asker hem hâkim hem de vergi toplayıcı oldular.
Şatolar yalnızca taş binalar değil, gücün ve korkunun simgesiydi.
Köylülerin kaderi, çoğu zaman bir kontun ya da baronun iki dudağı arasındaydı.
Ama aynı aristokrasi, Rönesans’ın da hamisi oldu. Floransa’daki Medici ailesi, sadece banker değildi, Michelangelo’ya, Leonardo’ya kol kanat geren, sanatın çağını açan bir hanedandı.
Zaman ilerledikçe, burjuvazi yükseldi.
Ticaretin, sanayinin ve şehirlerin büyümesiyle aristokrasi yalnız kaleye sıkışmış bir sınıf haline geldi.
Fransız Devrimi, bu düzeni kökünden sarstı. 1789’da Paris sokaklarında yükselen öfke, sadece krala değil, ayrıcalıklarıyla yüzyıllardır halkın ensesinde yaşayan aristokrasiye de yöneldi. Soyluların şatafatlı dünyası bir gecede yerle bir edildi.
Aynı kaderi 1917’de Rusya aristokrasisi yaşadı. Romanov hanedanıyla birlikte boyarlar, prensler, kontlar tarihe karıştı.
Ama her yerde böyle olmadı.
İngiltere’de aristokrasi esnek davrandı.
Kralın gücü anayasa ile sınırlanırken, soylular meclisin bir kanadında Lordlar Kamarası’nda varlığını sürdürdü.
Bugün hâlâ Westminster’daki kırmızı koltuklarda kontlar, baronlar, dükler oturuyor.
Güçleri sınırlı ama sembolleri yaşıyor.
İspanya’da hâlâ unvanlar korunuyor, kraliyetle birlikte aristokrat aileler kültürel hayatın bir parçası.
İskandinav monarşilerinde soyluluk yalnızca bir prestij işareti olsa da halk hâlâ o isimlere saygı gösteriyor.
Fransa’da yasal ayrıcalık kalmadı, fakat “de”li soyadları hâlâ bir tür toplumsal şifre gibi geçerliliğini koruyor.
Almanya ve Avusturya’da unvanlar hukuken kaldırıldı, ama eski aileler iş dünyasında ve kültürel kurumlarda köklerini yaşatıyor.
Bugün sorarsanız, aristokrasi siyaseti doğrudan belirleyen bir güç değil.
Ama toplumların belleğinde derin izler bırakmış durumda.
Kraliyet düğünlerini milyonların izlemesi, hâlâ bir dük ya da kont unvanına duyulan merak, aslında geçmişin bugüne sızan yankılarıdır.
Öte yandan, belki de aristokrasinin modern çağdaki kılık değiştirmiş haliyle yüz yüzeyiz.
Finansın, medyanın, siyasetin dar çemberinde dolaşan “yeni elitler”.
Dün şatolarda yaşayan ayrıcalıklı azınlık vardı, bugün gökdelenlerde…
Dün toprağın aristokrasisi vardı, bugün sermayenin.
Sonuçta aristokrasi, tarihin gölgesini bugüne taşıyor.
Siyasi güç olmaktan çıktı ama toplumsal hafızada, kültürel sembollerde ve prestij dünyasında hâlâ canlı.
Belki de mesele, isimlerin değişmesiyle özün hiç değişmemesi.
Ayrıcalıklı bir azınlık ve ona bakan geniş kalabalıklar...
Daktilo Konçertoları.

(Alıntıdır.)



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder