DAMAR





AŞIRI ŞEKER TÜKETİMİ DAMARLARI SERTLEŞTİRİR VE KALP-DAMAR HASTALIKLARI RİSKİNİ ARTIRIR.

Beslenmede aşırı şeker tüketimi yalnızca kilo veya metabolizmayı etkilemez; doğrudan damarları da zedeler. Damarların sertleşmesine yol açarak, sessizce kalp-damar hastalıkları riskini artırır. Bu zarar, genç ya da zayıf kişilerde bile görülebilir; çünkü sorun kilo değil, şekerin damarlar üzerindeki etkisidir.


Kan şekeri yükselmeleri ve damar hasarı
Şekerli içecekler, tatlılar, rafine unlar ve ultra işlenmiş gıdalar tüketildiğinde kanda ani glikoz yükselmeleri oluşur. Bu dalgalanmalar oksidatif stres yaratır ve damarların iç yüzeyini kaplayan hassas tabaka olan endoteli zedeler.
Endotel hasar gördüğünde damarlar esnekliğini kaybeder ve sertleşmeye başlar.
Damar sertliği ve ateroskleroz
Damar sertliği, LDL kolesterolün damar duvarlarında birikmesini kolaylaştırır ve aterosklerozu başlatır ya da hızlandırır. Bu süreç, gözle görülen yağlanmadan farklı olarak sessiz ilerler. Kalbi, beyni ve hayati organları besleyen damarlar giderek daralır.
Zamanla kan akışı azalır; kalp krizi ve felç riski artar.
İnsülin, iltihap ve yaşlanma
Aşırı şeker tüketimi, insülin hormonunu kronik olarak yükseltir. Yüksek insülin seviyeleri damar iltihabını ve sertliğini artırır. Ayrıca ileri glikasyon son ürünleri (AGEs) oluşumunu teşvik eder. Bu bileşikler damarları sertleştirir, yaşlandırır ve daha kırılgan hale getirir.
Sessiz iltihaplanma
Şeker, düşük düzeyli ama sürekli bir sistemik iltihabı besler. Bu iltihap damarları içeriden yıpratır, kanın daha zor akmasına neden olur ve tansiyonu yükseltir.
İltihaplı bir damar, erken yaşlanan bir damardır.
En tehlikelisi: Belirti vermemesi
Bu hasar yıllarca belirti vermeden ilerleyebilir. Pek çok kişi sorunu ancak yüksek tansiyon, göğüs ağrısı ya da ani bir kalp-damar olayı yaşadığında fark eder.
Şeker acıtmaz… ta ki hasar oluşana kadar.
İyi haber
Eklenmiş şekeri azaltmanın faydaları hızlıdır. Şekerli içecekleri, tatlıları ve ultra işlenmiş gıdaları azaltmak; gerçek gıdaları, liften zengin besinleri ve sağlıklı yağları tercih etmek endotel fonksiyonunu iyileştirir, iltihabı azaltır ve damarları korur.
Sonuç
Aşırı şeker, endoteli zedelediği, iltihabı artırdığı ve plak oluşumunu hızlandırdığı için damarları sertleştirir ve kalp-damar hastalıkları riskini yükseltir.
Şekeri azaltmak yalnızca metabolik bir tercih değil, kalp sağlığına dair hayati bir karardır.
Çünkü esnek damarlar, sağlıklı atan bir kalbin temelidir.
Kaynaklar:
• American Heart Association (AHA) – Added Sugars and Cardiovascular Disease
• Harvard T.H. Chan School of Public Health – Sugar, Inflammation, and Heart Health

ELENA GOLİAKOVA




1990’lı yıllarda Elena Goliakova’nın adı Avrupa spor göklerinde parlıyordu.

Genç ve narin yüzlü bir Rus’tu o; buzun üzerinde bir kelebeğin hafifliğiyle, bir kuğunun zarafetiyle süzülürken, gücüyle inceliğini birleştiren hareketleriyle seyircileri büyülüyor, kendi kuşağının en büyük artistik buz pateni yıldızlarından biri olarak alkışların ve hayran bakışların merkezinde duruyordu. Sanki yalnızca buzun üzerinde yaşamak için doğmuş gibiydi.
Ama kader, ona bambaşka ve hiç kimsenin tahmin edemeyeceği bir yol hazırlamıştı.
2000 yılında Elena, kalbinde kocası ve aynı zamanda antrenörü olan Nikolay Svitov’a duyduğu büyük sevgiyle ve daha da büyük bir hayalle ülkesinden ayrıldı. O hayal, artistik buz pateni neredeyse hiç tanımayan bir ülkeye, Meksika’ya taşımaktı.
Monterrey’de küçük bir akademi kurdular. Çocuklar, Elena’nın büyüleyici adımlarıyla buzun sihrini ilk kez keşfediyordu. Çift, bölgede neredeyse yok sayılan bir spora yeni bir kapı aralamayı başarmıştı.
Fakat hayaller, ne kadar parlak olursa olsun, bir anda tuzla buz olabilir.
Birkaç yıl sonra akademi kapandı. Ardından, 2006’da yüreğini hançerleyen acı bir boşanma geldi. Hüznün gölgesi yavaş yavaş Elena’nın yüzüne sinmeye başladı, dünyası çatırdamaya doğru gidiyordu.
Ve 2010’da en yıkıcı haber geldi: “Paranoid şizofreni” teşhisi.
Hastalık zihnini kuşattı, düşüncelerini paramparça etti, buz üzerindeki o eşsiz dengesini elinden aldı. Artık herkesin tanıdığı şampiyon değil, kendi içindeki amansız bir canavarla savaşan bir kadındı.
Hayatı kökten değişmişti.
Ne ışıklar altında ne de buz pistlerinde yaşıyordu artık. Onu Jalisco eyaletinin Tepatitlán sokaklarında, önünde paslı bir alışveriş arabasıyla yürürken görmek mümkündü. Arabasında, yıkılmış dünyasının kırıntıları: birkaç eşya ve tek tesellisi olmuş küçük hayvanlar…
Mahalleli onu iyi tanıyor. Her gün dağınık saçlarıyla, bakışları başka bir evrene dalmış halde yürüdüğünü görüyorlar. Bazen Rusça, bazen İngilizce konuşuyor; ama çoğu insan onu anlamıyor. Yardım eli uzatan çok oldu, fakat o çoğunu geri çevirdi: ya dilin duvarına çarptı ya da hastalığın kök saldığı derin korkularına.
Böylece Elena’nın hikâyesi, bir peri masalı gibi başlayan buz üzerindeki yolculuktan sokaklarda unutulmuş bir hayata dönüştü.
Podyumların ve alkışların zirvesinden, soğuk kaldırımların ve paslı bir arabanın sessizliğine…
Görkemli bir şöhret ışığından, hastalığın ve yalnızlığın zifiri karanlığına.
Onun hikâyesi yalnızca kişisel bir trajedi değil, hepimize acı bir hatırlatmadır:
Şöhret bir gün sönebilir, ruh sağlığı en kıymetli hazinedir ve zafer ile çöküş arasındaki çizgi bazen akıl almaz derecede ince olabilir.
Bu hikâye, buzun üzerine düşen donmuş bir gözyaşı gibidir:
İnsanın kırılganlığını, hayatın bir anda nasıl tersine dönebileceğini ve en büyük şampiyonların bile dayanılmaz bir acıyla yüzleşebileceğini gösteren bir ders.

İSTANBUL DEYİMLERİ

DİLİMİZE YERLEŞMİŞ 10 İSTANBUL DEYİMİ


1. ÜSKÜDAR’DA SABAH OLDU

Üsküdar’da deniz kıyısındaki Valide Sultan ve Mihrimah Sultan camilerinin müezzinleri, karşı tarafta yaşayan padişaha seslerini duyurabilmek ve ondan ihsan alabilmek, belki saray müezzinliğine yükselebilmek ümidiyle sabah ezanlarını mutlaka Beşiktaş’taki cami müezzinlerinden önce okurlarmış. Bir şeyin zamanını geçirmek, geç kalmak anlamında bugün dahi kullanılmakta olan “Üsküdar’da sabah oldu” deyimi vaktiyle aynı hat üzerinde olmalarına rağmen Üsküdar’ın Beşiktaş’tan önce okunan sabah ezanlarından kaynaklanmıştır.

2. MARMARA ÇIRASI GİBİ TUTUŞMAK
Eskiden ocak, soba veya mangalda ateş yakabilmek için çıralar kullanılır, bu çıralar ise çarşılarda tutam halinde satılırdı. Aniden parlayanlar, öfkelenenler için kullanılan bu deyim, sakızlı çam ağaçlarıyla meşhur olan Marmara Adası’ndan toplanan, reçinesi bol olduğu için kolay yanan çıralardan doğmuştur.

3. KABAK BAŞINDA PATLAMAK
Su kabaklarının içleri oyularak şişe gibi kullanıldığı yıllarda, Galata meyhanelerinde içleri şarap dolu kabaklar sıra-sıra vitrine dizilir; isteyen külhanbeyi hangi kabağın ipini keserse onu alır ve bitirmeden yerinden kalkmazmış. Meyhaneye yapılan baskınlarda zabıtalar ve bekçiler tarafından mekandaki küpler ve fıçılar devrilir, sıra-sıra asılmış şarap kabakları da meyhaneci ve araya giren müşterilerin başında patlatılırmış.

4. DİNGO'NUN AHIRI
İstanbul’da ulaşım için atlı tramvayların kullanıldığı yıllarda, iki at ile çekilen tramvaylara, dik Şişhane yokuşunu çıkabilmesi için fazladan atlar koşturulurdu. Azapkapı’da tramvaya eklenen takviye atlar, Taksim’de Dingo isimli bir Rum vatandaş tarafından işletilen ahırda dinlendirilir, sonra tekrar Azapkapı’ya götürülürlerdi. Gün içinde sürekli atların girip çıktığı ahırın bu durumu dolayısıyla, girenin çıkanın belli olmadığı yahut her önüne gelenin girip çıkabildiği yerler için bu deyim kullanılmıştır.

5. GOYGOYCULUK YAPMAK
Vaktiyle Muharrem ayında ilahiler okuyarak kapı-kapı dolaşıp dilenen tarikat mensubu dilencilere goygoycu adı verilirdi. Bu kişiler, Muharrem ayından iki gün önce Üsküdar’daki tekkelerine giderek şeyhlerinin yanında toplanır ve buradan dörder beşer kişilik gruplar halinde semtlere dağılırlardı. Muharrem’in birinci gününden onuncu gününe kadar sokaklarda ilahiler okuyarak dolaşan goygoycular, gülbank çekerler ve durdukları kapının önünde dua ederlerdi. Günümüzde bu deyim gevezelik, boşboğazlık yapmak anlamında kullanılmaktadır.

6. ÇAPULCU
Vaktiyle tulumbacı takımlarına sızmış işsiz güçsüz adamlara çapulcu adı verilirdi. Bunlar zaman içinde birtakım sınavlardan ve denemelerden geçerek takıma alınmalarına rağmen, bazıları ahlak düşkünlüğü sebebiyle yine ilk fırsatta yangın yerinden hırsızlığa kalkışırlar, durum fark edilirse polise teslim edilirler ve o semte bir daha adım atamazlardı.1910’lu yıllarda İstanbul şehremini görevini sürdüren Cemil Topuzlu, hatıralarında itfaiye teşkilatındaki aksaklıkları dile getirirken “çapulculuktan” bahsetmektedir.

7. BULGURLU’YA GELİN GİTMEK
Bir işte gereğinden fazla telaş gösterenlere söylenen bu deyimin hikayesi şudur; Bulgurlu Köyü, suyu ve havası nedeniyle güzel bir köydür, eskiden beri de pehlivan çıkaran bu köyün delikanlıları güzelliği ile meşhur olmuştur. Bu delikanlılarla evlenmek için civardaki köylerin genç kızları can atarlardı. Dokuz gün festival havasında geçen Bulgurlunun düğünleri de pek meşhurdu. Eğer Bulgurludan bir görücü gelip kızı beğenerek nişan taktı mı, kız nişan bozulur korkusuyla çeyizini noksanlarını tamamlaması, bir an evvel nikah kıyılıp Bulgurlu ’ya gelin gitmek için annesini, babasını gece gündüz sıkıştırırmış.

8. PÜSKÜLLÜ BELA
II. Mahmud devrinde önce askerler, ardından memurlar için resmi başlık olarak kabul edilen fes, kısa sürede halk arasında da kullanılmaya başlanır. Fesin yaygınlaşmasıyla beraber değişik renk ve biçimlerde, püsküllü ve püskülsüz biçimde modeller ortaya çıkmıştır. Yağmur ve kardan kalıbı bozulan, rüzgarda püskülleri sürekli karışan fesin kullanımı zahmetli ve masraflı bir iştir. Püsküllü bela deyimi bu durumdan esinlenerek ortaya çıkmıştır.

9. BALIK KAVAĞA ÇIKINCA
Karşılıklı noktalarda bulunan Rumeli ve Anadolu Kavağı, çok rüzgarlı ve akıntının kuvvetli olduğu yerlerdir. Buralarda bu yüzden balık tutmak neredeyse imkansızdır. İstanbul’da balığın bol bulunduğu ve dolayısıyla fiyatının düştüğü zamanlarda şehirde tutulan balıkların, Kavaklar’a kadar götürülüp satıldığı görülür. Diğer zamanlarda düşük ücretle balık almak isteyen müşterilere balıkçılar tarafından verilen cevap ise “O sizin dediğiniz ücret balık kavağa çıkınca olur” şeklindedir.

10. İKİ DİRHEM BİR ÇEKİRDEK
Kılık kıyafetleriyle dikkat çeken İstanbul hanımefendileri ve beyefendileri için kullanılan bu tabir, aynı zamanda gösterişten uzak ve giydiğini kendisine yakıştıran anlamlarını da taşır. Deyimde geçen “dirhem” ve “çekirdek” tabirleri kuyumculukta hassas tartılar için kullanılan ağırlık ölçüleridir. O dönemde piyasada en değerli para olan Osmanlı altını, tartıda iki dirhem bir çekirdek gelmektedir. Kılık kıyafet konusunda titiz olan kimselerin piyasada en yüksek değere ve hassas ölçülere sahip altın sikkeyle beraber değerlendirilen bir deyim olmuştur.


NAZIM HİKMET-PİRAYE/VERA/GALİNA/MÜNEVVER

                                                                                               


Nazım Hikmet’in aşkları, onun şiirlerine ve hayatına derin izler bırakmış, tutku ve trajediyle örülü hikâyelerdir. İşte sırayla dört büyük aşkı:

Piraye:
Nazım Hikmet’in en uzun ve en dokunaklı aşkı Piraye Altınoğlu ile olan ilişkisidir. 1930’larda tanıştılar ve 1935’te evlendiler. Piraye, Nazım’ın en zor zamanlarında ona destek oldu, özellikle hapishane yıllarında ona yazdığı mektuplar ve şiirler, bu aşkın derinliğini gösterir. Ancak Münevver ile yaşadığı ilişki nedeniyle Nazım, Piraye’ye ayrılık mektubu yazdı ve evlilikleri sona erdi.

Münevver:
Nazım Hikmet’in dayısının kızı Münevver Andaç ile olan ilişkisi, Piraye ile evliyken başladı. Münevver’in sıklaşan ziyaretleri, ikili arasında tutkulu bir aşka dönüştü. Nazım, Piraye’ye ayrılık mektubu yazdıktan sonra Münevver ile evlendi ve bu evlilikten Mehmet adında bir oğlu oldu. Ancak Nazım’ın yurtdışına çıkması ve siyasi baskılar nedeniyle ilişkileri büyük zorluklarla karşılaştı.

Galina:
Nazım Hikmet, 1952’de Çin gezisi sırasında kalp krizi geçirdi ve Moskova’da Kremlin Hastanesi’ne yatırıldı. Burada doktoru Galina Kolesnikova ile yakınlaştı. Galina, Nazım’ın sağlık durumuyla ilgilenirken ona derin bir sevgi besledi. Nazım, hastaneden çıktıktan sonra Galina ile birlikte yaşamaya başladı. Ancak bu ilişki, Nazım’ın Vera’ya olan ilgisi nedeniyle zamanla sona erdi.

Vera:
Nazım Hikmet’in son büyük aşkı, kendisinden 30 yaş küçük olan Vera Tulyakova idi. 1955’te tanıştılar ve Nazım, Vera’ya büyük bir tutkuyla bağlandı. 1960’ta evlendiler ve Nazım’ın son yıllarını birlikte geçirdiler. Vera, Nazım’ın ölümüne kadar onun yanında oldu ve onun mirasını korumaya çalıştı. Nazım’ın Vera’ya yazdığı şiirler, onun bu aşkı nasıl yaşadığını gözler önüne serer.

Nazım Hikmet’in aşkları, onun şiirlerine ve hayatına yön veren en önemli unsurlardan biri oldu.


Nâzım Hikmet Ran (15 Ocak 1902, Selanik - 3 Haziran 1963, Moskova), Türk şair ve yazardır. Şiirleri elliden fazla dile çevrilmiş ve eserleri birçok ödül almıştır. Türkiye'de serbest nazımın ilk uygulayıcısı ve çağdaş Türk şiirinin en önemli isimlerindendir. Uluslararası bir üne ulaşmıştır ve dünyada 20. yüzyılın en gözde şairleri arasında gösterilmektedir.

 

Komünist düşünceleri ve yasaklı Türkiye Komünist Partisi (TKP) üyeliği nedeniyle defalarca tutuklanmış ve yaşamının büyük bölümünü hapiste ya da sürgünde geçirmiş; Türkiye'de 11 ayrı davadan yargılanarak İstanbul, Ankara, Çankırı ve Bursa cezaevlerinde 12 yılı aşkın süre hapis yatmıştır. Yasaklı olduğu yıllarda Orhan Selim, Ahmet Oğuz, Mümtaz Osman ve Ercüment Er adlarını da kullanmıştır. 1951 yılında Türkiye'den ayrılması sonrasında Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığından çıkarılmış; bu karar ölümünden 46 yıl sonra, 5 Ocak 2009 tarihinde iptal edilmiştir.

 

Doğum adı Mehmet Nâzım olup, resmî olarak, 1935'te yürürlüğe giren Soyadı Kanunu gereği Ran soyadını, 1951'de vatandaşlıktan çıkarılması üzerine Polonya vatandaşlığına geçince ise, dedesinden dolayı Borzecki soyadını almakla birlikte, kendi soyadı yerine babasının adını kullanarak hep Nâzım Hikmet ismini daha çok kullanmıştır.

 

1963 yılında Moskova'da kalp krizi sonucu ölmüştür. Mezarı hâlen Moskova'dadır.