Jean-Paul Sartre ve Simone de Beauvoir’ın ilişkisi, 20. yüzyılın en özgür ve entelektüel aşk hikâyelerinden biri olarak kabul edilir. İkili, 1929 yılında Sorbonne Üniversitesi’nde tanıştı ve kısa sürede ayrılmaz bir ikili haline geldi.
Bu ilişki, geleneksel aşk anlayışının ötesinde, felsefi ve entelektüel bir ortaklık olarak şekillendi. Sartre ve Beauvoir, evliliği ve tek eşliliği reddederek bireysel özgürlüğü ön planda tuttular. Aynı evde yaşamamalarına rağmen her gün görüştüler ve birbirlerine karşı tam bir dürüstlük ilkesini benimsediler.
Beauvoir, Sartre’ın düşüncelerinden etkilenirken, Sartre da Beauvoir’ın feminist bakış açısını benimsedi. İkisi de birbirlerinin yazılarını eleştirdi, geliştirdi ve destekledi. Beauvoir’ın İkinci Cins adlı eseri, Sartre’ın varoluşçuluk felsefesiyle şekillenirken, Sartre’ın Varlık ve Hiçlik adlı kitabı, Beauvoir’ın özgürlük anlayışından izler taşıdı.
Bu ilişki, aşkın sadece romantik bir bağ değil, aynı zamanda entelektüel bir dayanışma olabileceğini gösterdi. Sartre ve Beauvoir, birbirlerine olan bağlılıklarını, duygusal ve düşünsel özgürlük temelinde sürdürdüler.